Çocukken hayat temizdi, basitti.
Beklemek güzeldi, istmek hatta istediklerini hayal etmek vardı. İçimizde
kelebekler uçuşurdu. Zaman geçmek bilmezdi ama beklemek de güzeldi.
Beklediğimize değeceğini bilirdik. Yazları beklerdik, annanemize kavuşmayı
beklerdik, okuldan dönüp ip atlamak için eve ulaşmayı beklerdik, denize
kavuşmayı beklerdik bazen de bir oyuncağa kavuşmayı... İçimizi içimize geri
yerleştirmek zorunda kalırdık çünkü taşardık bu beklemelerde. Ne tatlı
heyecanlardı.
Dünya kocaman bir yerdi belki de
kainattan anladığımız dünyaydı. Her yer uzaktı çocuk gözümüzde, her yer
genişti, biz geniştik... ucumuz bucağımız yoktu, ele avuca sığmazdık. Ayaklarımız
yere basmazdı, dokunmazdı. Uçuyorduk, kuştuk sanki.
Şarkıda dediği gibi; biz
büyüdük ve kirlendi dünya! Büyüdük... Önce zaman hızlandı, sonra yavaş
yavaş küçüldü mavi gezegenimizin hafızalardaki sınırları. Büyü bozuldu. Ayaklar
yere sağlam basmalıydı yani artık uçar gibi yürüyemezdik, biz de
hayatın beklediğini yaptık ve yere indik.
Çok hevesliydik büyümeye çok... “Daha
çok iste, hırs yap, kendini parçala, daha çok kazan, daha çok tüket, rekabette
sınır tanıma, dön dur bu girdapta... mükafat
olarak sana kendi egonu sonuna kadar tatmin duygusunu yaşatıcam” dedi
düzen, uyduk.
“Gerçeklerim var”, dedi aslında. “Sana veririm ama senden de alırım”
dedi, inanmadık. “Canım ne alabilrsin ki
benden” dedik, önemsemedik. Seni sevdiklerine hatta seni sana
kırdırırım dedi, kulak asmadık. Sinirlerini bozarım, fabrika ayarlarınla
oynarım, devrelerini yakarım dedi omuz silktik. “Senin vereceklerinle ilgileniyorum, bu oyuna varım” dedik. “O halde günah benden gitti” dedi, hamur
gibi yoğurdu insanı.
Beynimize, ruhumuza,
damarlarımıza giren her baskıda biraz daha kaybettik masumiyetimizi. Olsun, günün
düzeni neyi gerektiriyorsa öyle davranmalıydık, yoksa sürünün dışında kalırdık.
Herkes gibi olacaktık herkesi yıkıp geçmek de olsa ucunda... Kendimize
dönmeyecek, gerçekler dışında alan yaratmayacaktık. Alacak, alacak ama aldıkça
doymayacak, daha çok isteyecektik. Tok açın halinden anlamayacak, birbirimiz
için endişelenmeyecek, herkes kendi hırslarının peşinde sürüklenecekti. N’apalım,
anlaşmamız vardı! Suç bizim değildi ki ortada bir suç da yoktu!!!
Daimi mutsuzluk hali, umutsuzluk,
uyuşukluk, ne yapacağını neyle avunacağını bilememe durumu neydi peki ? Ne dürtüyordu
popolarımızı ? Neden bu kadar mutsuzduk ?
Ne, iç ses mi, vicdan mı ?
Şşşşşşşşşt.... Yoktu öyle bir durum. Azıcık daha didişirsek, biraz
hırçınlığımızı atsak geçerdi. Biraz tatsızlık iyi gelir, ruhu beslerdi.
Hayat hep böyle gidecek
sanırız... Hayır, öyle değil. Bazen öyle bir şey olur ki, işte o ana kadar hiç
yaşamamış gibi oluruz. Düzen bizi “ölüm” le tanıştırır. Ölüm öyle bir
şeydir ki ölen nereye gider bilemesek de kalanlar için başka bir dönem başlar.
İnsanların hayatı boyunca büyük
ölçüde değişmediği söylenir, bence insanı değiştirebilecek en kuvvetli duygudur
ölüm. Ölüm sorgulatır en sormayacak insanlara bile “hayatın anlamı ne ki”
sorusunu... Odur “bütün bu yaptıklarıma ne gerek varmış, ben ne salakmışım”
dedirten en burnundan kıl aldırmayacaklara bile. Ölüm karşısındaki çaresizlik insana
insan olduğunu hatırlatır.
Çocukluğumuza döndürür, ceplerimizde
tuttuğumuzu zannettiğimiz dünyanın aslında ne kadar büyük ve dahice bir düzeni
olduğunu bize hatırlatır. Gidene ne olur bilen yok, ama ölüm giden kadar
kalanlara da gönderilir.
Her kayıp acıdır, her gidenin
yapacakları bitmeden gider bu dünyadan. Ölenin en yakınları kayıplarının yerini
bir ömür yüreklerinde saklarlar, içleri yanar belki hiç sönmez. Ancak
uzak-yakın her ölümden alacak çok ders var.
Her geçen an bir armağan yani esasen her birimiz emanet verilmiş zamanları yaşamaktayız. “Değer miydi” diyecek neler var hayatlarımızda, ne saçmalıklar, ne anlamsız çekişmeler, hırslar, güç savaşları, kin, nefret, öfke, gösteriş ve daha niceleri...
Ayaklarımızı sımsıkı basalım
derken ne çok güzelliği kaçırıyoruz aslında. En basit, en temel, en görünmeyen
yerlerde bile mutluluklar gizli oysa. Nefes almak bile güzel, yeni bir günün
ilk ışıklarını görüp “iyi ki bugün de nefes alıyorum ve bir güne
daha başlıyorum” dememek için bir gerekçemiz yok!
Sevdiklerimizin boynuna atlayıp
nedensiz öpmek, içimizde affedemediklerimizi affedivermek, geriye değil ileriye
bakmak, sahip olduklarımıza şükretmek çok mu zoçr ?
Zor değil, ama esiriz.
Esaretimizi kırmak kendi ellerimizde. Bunun için değil mi çocuklara hayranlığı
büyük büyük insanların, çocuklar esir değiller ve mutlular.
Ayaklarımızı yere basalım derken
ne etrafımızı ne de kendimizi kırıp
geçirenlerden olmamak en büyük dileğimdir.
Dünyaya “Hoşçakal” derken
yanımızda hiçbir şey götüremeyeceğimizi kocaman yazmamız gerek. Ardımızdan bizi iyi anan
birkaç yürekten başka...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder