3 Haziran 2020 Çarşamba

Beyin Isınması



Geride kaldı sıcaklar, nemli hava, birbirine inat yaparcasına kafasına göre yükselen gökdelenler, bitmek bilmeyen trafik, heybetli tapınaklar, gülümseyen insanlar, bir zamanlar "evim" dediğim kapı, arkadaşlarımız, tanıdıklarımız ve tanıyamadıklarımız...
Çünkü bize ayrılan zamanın sonuna gelmiştik.
Geride kaldı Asya, geride kaldı Bangkok.
Kapımızı kapattık ve sanki hep yaptığımız bir şeymiş gibi ayrıldık.

Hep yapmadığımız bir şey de diyemeyiz ya, 10 yıla üçüncü ülkeyi sığdırdık. Artık o kadar iyi biliyoruz ki her yerden ev olur, her yerde yaşanır, her yere alışılır. İngiltere'ye de alışıyoruz, hatta seviyoruz. Sakin, doğanın içinde bir hayatımız var. Sade, basit, teferruattan uzak.

Ya gerçekten duygularımızı yitirdik ya da adapte olma hedefi ile kendimizi hep yeni sayfalara alıştırdık. Zihnin kendini koruma mekanızması da olabilir. Hatırlıyorum, özlüyorum da, ama kabulleniyorum.

Tam 1 yıl geçti Bangkok'a artık "ev" demeyeli. Tam 1 yıl geçti bütün enerjimizi başka bir ülkeye adayalı. Bütün bu geçişler içinde tam 10 ay geçti ailemizin sayısını 1 artıralı, Ela aramıza katılalı.

Başka bir coğrafyaya, başka türlü bir mimariye, bambaşka bir zaman dilimine, başka türlü yüzler görmeye, başka bir kıtaya alıştık bile bu geçen zamanda. Geldik, oturduk, yaşıyoruz aslında bu kadar basit. Bir de üstüne Covid-19 geldi, iyice oturduk oturduğumuz yerde.

Tam bir yıl geçmişken bu sabah zihnimin beni yanıltmasıyla uyandım. Sanki Bangkok'da her sabah olduğu gibi 6'da kalkmışım da Efe'yi okula yetiştirecekmişim gibi. Hemen kahvaltıyı hazırlamalıyım diye bir telaşla fırladım.

Oysa ne Bangkok'daydım, ne de okul vardı! Acaba kendimi yeniliklere alıştırıp düzen tutturdum derken komple beynim mi yanıyor yoksa Ela'nın huzursuzlanıp uyumadığı bir gecenin üzerimde bıraktığı tahribat mıydı yaşadığım, çözemedim.

Biraz yorgunum, öyle dinlenmekle geçmiyor. Sanki kalbim yoruldu, beynim yoruldu. Ara ara daha sert vuruyor. Nereye aidiz biz, biz kimiz, neresi ev, neresi "orası" neresi "burası"...

İçinden çıkamadıkça kendimi resimdeki bahçemize atıyorum ya da uzun uzun yürüyorum Ela'yı pusetine koyup. Biraz otları yoluyorum, kesip biçiyorum iyi geliyor. Sığınak gibi bahçe.

Ta ki bir sonraki "biz ne yapıyoruz" krizine girene kadar ya da Ela uykusundan uyanana kadar.

31 Ocak 2019 Perşembe

EVRENE MESAJ - 36


En çok minnet var, yok sayamam. Mavi gezegende geçen 36 yıldır dünya da kader de bana çok cömert davrandı.

Eksik kalanlar yok mu, gırla! Bardağın dolu tarafına bakmaya çalışmak adettendir. Ben de onu yapmaya çalışıyorum. Dolu-boş değerlendirmesi de istemiyorum. Olmuşla ölene çare yok. 

Hayallerim çok komplike değil aslında.

Şu aralar sadece doya doya nefes almak istiyorum mesela. Oksijenden ciğerlerim yansın, başım dönsün istiyorum. Sokaklarda maskelerle dolaşmamak, dünyada hala insani yerler saklı dururken kendimize yaşattığımız bu saçma esaretten kurtulmak hayalindeyim.

Ne soğuk ne de sıcak ılık bir havada, hafif bir esinti eşliğinde taze toprak üzerinde çıplak ayak yürümek ikinci hayalim. Kısa bir yürüyüşün sonunda denize açılsın yolum, su masmavi olsun ben de korkusuzca atlayayım o sulara istiyorum.

Etrafta suyun, rüzgarın ve kuşların dışında hiçbir ses olmasın. Denizde sırt üstü yattığımda sular beni yavaş yavaş sürüklesin istiyorum.

Kendi kendime bile konuşmak istemiyorum. Susmak ve sadece etrafımı dinlemek. Korkmadan, saatlere takılmadan, şeklime bakmadan, yarını düşünmeden, geçmişi özlemeden, hayatı sorgulamadan, sadece kalmak istiyorum.

Kısacası…

Şehir denen caniden kurtulmak istiyorum. Hayatımızı ipotekten kurtarmak istiyorum. 
Evren, hala mesaj kabul ediyor musun?
Su, temiz hava, toprak diliyorum ben yeni yaşımdan. Bunaldım, şiştim, patladım hatta!

Allahım bir gram oksijen, yalvarıyorum!  

15 Ekim 2017 Pazar

YAĞMURLAR ALTINDA

Yağmurdan sonra Efe ve ben, Skytrain beklerken, Saladeng BTS istasyonu, Bangkok, 12 Ekim 2017

Yine bir Ekim... Bangkok’da  5. defa Ekim ayını görüyoruz. Yağış bu iklimin göbek adı ama hiç bu kadar yaşığlı olmamıştı sanki Ekim. Belki sonbahara özendi şu tropik iklim de kim bilir.


Hava kapalı, gri haftlardır. Güneş kendini hiç göstermiyor, sadece sıcağını gönderiyor sanki sürekli yağan yağmurun ıslaklığıyla birleşip nem olarak bize yapıştırıyor. Toprak artık almıyor suyu. 


Yağmur, kapalı hava, şimşekler farklı bir his yarattı bende son haftalarda. Sahte sonbahar da olsa sanki kışı karşılayacak gibi hissediyorum. Üşümeden ıslanıyorum mesela!  
Çok ıslandım yağmurda Bankok’da, çok yürüdüm dize kadar sularda ancak iki gün önceki gibi sıçana hiç dönmemiştim. Efe’yi okuldan almaya gidiyordum çünkü sözüm vardı ona yeni çılgınlığımız olan Hot Wheels truck ve yeni Hot Wheels arabalarından alacaktık. Her zamanki gibi bizim sokaktaki motorlardan birine atladım.
Saçlarım ıslaktı, duştan çıkıp hemen dışarı çıkmam gerektiğinde, saçlarımı motorda giderken sıcak rüzgardan faydalanarak kurutuyorum. Sadece ulaşımda değil saç kurutmada da motorlar son derece etkili araçlar. 5 dakika yolculuk zırıl ıslaklığı alır, 10 dakika yolculuk ise hacimli ve doğal motorbike fönü yapar. Arada bir de elle saçın yönünü değiştirirsen herkes “oo kuaförden çıkmışsın galiba saçların ne kadar güzel olmuş” diye iltifatlar yağdırır.

Her zamanki gibi yine motorbike fönü yapmak amacıyla evden çıktığımda kara bulutlar tam karşımdaydı ama ben okula varana karar sabreder diyordum, etmediler. Önce suyun sesi duyuldu açık kalmış yüzlerce musluk üstüme doğru ilerledi, ilk kez yağmuru böyle karşıladım. Derken bir anda deliler gibi ıslatmaya başladı. Gözlerimi açamadım yağmurun şiddetinden, zaten yüzümde kalmış olan güneş gözlüklerimi takmaya devam ettim.  Motordan inmeyi düşündüm ama yolda kalıp ıslanmaya devam etmektense motor üzerinde ıslanmaya devam etmeye karar verdim.
Çok keyif almaya başladım, yüzümüden gözümden sular süzülürken, 3 dakika içinde kurutmayı planladığım saçlarım tekrar şampuan yapıp durulanacak kadar yağmur suyuna maruz kalmıştı. Bu şartlarda hangi akla hizmetse motoru kullanan sürücü gaza basmaktan büyük keyif alıyordu!
Gözlerimi kapattım, bu anın tadını çıkarmalıydım. Yüzmenin farklı bir biçimiydi bu. İçimden “artık yağmur yağdığında motora binmeliyim” diye geçirirken okulun kapısına varmışız diye neredeyse üzülecektim.

Saçlarımı güzelce sıktım, yüzümdeki suları ancak ellerimle attırdım, paçalarımdan kendimi süzdürerek suyun ağırlığı ile ağırlaşan ayaklarımı çeke çeke insanların acıklı bakışlarına aldırmadan okula girdim.
Sabaha kadar süren bir yağışın ardından Bangkok sokaklarından görünüm. Bu yazının yazıldığı gün ben böylesi sularda yüzmüyordum ancak bu görüntü sıkça karşılaştığımız bir sahne. Kimse neden bu kadar çok yağmur yağdı da sel oldu diye kızmıyor, tevekkülle kabul ediyor ve terliğini giyip sularda yürümeye devam ediyor. Her günkü gibi işine gidiyor, yoluna bakıyor ve gülümsüyor...


Aslında yaşadığım bu duruma sinir olmam beklenebilirdi ama sinirli olmak bir yana tersine deli gibi mutluydum. Galiba bu ülkenin sakinliği, umursamazlığı bizi de hiç ummadık açılardan ele geçirdi. Her şey olur, her şey geçer, hatta her şey unutulur mu? 

İçimden şükür geçti ıslanarken, burada olduğum için, yağmuru hissedebildiğim için, oğluma sarılmaya gittiğim için, bana olumlu anlamda umursamazlığı öğreten bu ülkede yaşadığım için, sahip olduklarım için hatta neden sahip olamıyorum diye içime dert koyduğum konulara bile şükrettim o kısacık zamanda. Bütün olumsuz düşünceler saçlarımdan süzülen sulara karışıp gitti. Hafifledim.   

Yağmur güzel, yağmur bereket, su hayat. Ya da su akar deli bakar, bakış açısına bağlı işte! Ben ıslanmaktan yana olan taraftayım. Efe beni görünce “annecim hasta olma seni kurutayım” diye boynuma atladı. Al işte günün getirdiği bir büyük mutluluk daha... Beraber Skytrain’e yürüdük yağmur biraz azalınca. İnince hemen üstüme kuru birşeyler alıp giydim çünkü Tayland’da alışveriş merkezleri 18-20 derecelerde.

Kuruyunca hayal aleminden çıktım tabi. Ama o güzel hafiflik hissi günün geri kalanında devam etti.

Yağmurlu karanlık havalar sayesinde uzun zmaandır ihmal ettiğim mumlarımı yakıp, en keskininden  tütsülerimi telleyip  “Vikingler” seyrediyoruz Efe’yi yatırınca. Utanmasak bir de şömine yakıcaz! İyiden iyiye aklım bana oyunlar oynayıp kışa gireceğimize kendimi inandırmamı istiyor. Sıcak çikolata hatta sıcak şarap bile isteyecek kıvama yakınız.

Güzellik göreceli, “beni bu güzel havalar mahvetti!”

16 Temmuz 2017 Pazar

BİR YAZLIKÇININ GİZLİ DEFTERİ - INSTAGRAM VE FACEBOOK DIŞINDAKİ HAYAT

Dün anneme sordum : “Anne, deniz diye bir yer var diyorlar insanlar gidiyormuş. Yüzüyorlarmış hatta, giriliyormuş bu suya. Nasıl bir şey anne, bir gün biz de gider miyiz o dedikleri yere?

Annem evladına umut dağıtmak isteyen bir eda ile “Var yavrum, doğru duymuşsun. İnşallah bir gün biz de o insanların arasında olacağız, Allah’tan umut kesilmez...”
Hayaller  - Gerçekler 

Biz hayal alemindeyken bir bağrış koptu. Ocakta her gün yenisi kaynatılan deniz böğrülcesinin suyu taşmış, patlıcan salatası olmak üzere közlenen patlıcanla ilgilenme zamanı gelmiş, mücver olmak için sırasını bekleyen kabak içlerinin yağı kızmış, köfteler hoplamış, domatesler zıplamıştı! 

Günde ortalama üç tur çalışan bulaşık makinasının başı döndüğünden ardı arkası kesilmeyen bulaşıklar elde yıkanmaya devam ediyordu. Mutfak tezgahı hızla temizlenmeli ve açılmalıydı ki yapılacak yeni işlere alan hazırlansın. Bu sirkülasyonun hayati önemine hakim olmanın tecrübesi ile ev halkı durmaksızın çalışmakta, yıkamakta, doğramakta, pişirmekte ve pişirmekteydi... Teyzeler, dayı oğulları, eltiler, görümceler, görümcelerin görümceleri de dahil olmak üzere ardı arkası kesilmeyen misafir ordusu hesaba katıldığında ufak çaplı birer otel işletilmekteydi. 



Kimi zaman çamaşır makinasının bitiş sinyalinin sesi ile kendimize geliyorduk. Aman Allah’ım o ne mutluluktu, mutfaktan ayrılıp çamaşır makinası mıntıkasına geçiş insanı nasıl da başka diyarlara götürüyordu. Mis kokulu çamaşırları balkona asmak ise bir başka mutluluktu. Bir hava alış evin konumuna göre varsa deniz manzarasına bir göz kayış gibi aktiviteleri de barındırıyordu. Ancak hızlı hareket edilmeliydi çünkü banyoları çamaşır suları ile ovmak, evin bir türlü azaltılamayan dağınıklıklarını toplamak, elektrik süpürgesi ile süpürme aktivitesinin hemen akabine eklenen yer silme seansları geciktirilemezdi. 
Ateşteki çorba bir fıkırdım kaynayana kadar nefes nefese olabildiğince fazla iş doğru sırada, kalitede ve hızda halledilmeliydi ki belki akşam yemeğinden sonra bulaşık faslı son bulup da teraslar gece için toparlamaya geçildiğinde; yogunluk vücudu baştan aşağı ele geçirmişken bir koltukta gece serinliği altında bir parça kestirme şansımız olabilirdi. Ta ki ertesi gün gün ışıyıp “hangi pazardan ellerimiz kollarımız kopana kadar meyve sebze taşısak, pişirmelere hangi sırayla başlasak ya da o gün için temizlik yarışında hangimiz başı çeksek” diye düşünene dek....

Tatil beklersin bir koca sene,
Suya düşen karpuz kabuğu ne büyük heyecanlara vesile...
Ne yazıktır ki işin gücün bitmeden geçer koca bir sezon,
Bekle dur hele bahtsız bedevi,
Elbet senin de vardır kısmetinde serin sular tam bir bidon!
Gıdım gıdım döker serinler, gözlerini kapattığında sanırsın 
Burası resmen Seyşeller!



Neyse ki sosyal medya bu bunalım anlarının kurtarıcısı, ruhun gıdası, kırık kalplerin en damar ilacı olarak ellerindedir! Intagram, facebook bu günler için yapılmıştır. 
Eline alırsın en akıllısından cep telefonunu, çekersin de çekersin fotoları...  Pazara giderken bir plaj sezlongunda mesela altına da yazarsın;  Deniz keyfi...” Fotoyu çeken kuzen çocuğuna bağırırsın “Hüseyin, elimdeki pazar arabası çıkmasın ha dikkat et.” Yahut balkonunda çamaşır asarken, güneşte kavrulmuşken birden bahçe hortumu takılır gözlerine, tutarsın başından aşağı serinlersin misler gibi. “Anneeee koş anne kurumadan bir fotomu çek de denizden çıkmış gibi görüneyim. ” 1500 adet çekilen fotodan en şahanesi paylaşılır. Eline bir de hasır şapka alırsan güzel fon olur güneş altında, şöyle en havalısından. Altına yazılacak ana cümle de bellidir. “Sıcaklardan bunaldık, deniz imdadımıza yetişti.” Yersen!
Ve daha nice seneryolar, fonlar yaratılır, fotolar çekilir de çekilir. Tatil dediğin paralel evrende başka bir boyutta akar sosyal medyada. Gerçekler yaşanandan çok başka da olsa, sosyal medyada tatil yapmak bir harikadır dostum!
Süleymaaaan, durdur arabayı! Şurada birkaç yüz tane foto çekelim. Şukufe her gün başka başka yerlerden foto koyuyor, benim neyim eksik !

13 Mayıs 2017 Cumartesi

UÇUR BENİ  - ANNE - 

Efe, Mayıs 2017, Bangkok


Bir gün kocaman olmuş karnın iniveriyor, içinden çıkan minyatür insanı veriyorlar eline, sana da “anne” diyorlar. “Al bunu çok sev, canın pahasına koru kolla, yedir, uyut, kakasını kusmuğunu bile severek temizle, artık sen kendini unutacaksın sadece onun için var olacaksın,” diyorlar...

Peki diyorsun, seve seve kabul ederim bu görevi. Zaten hormonlar ele geçirmiş artık bedeni, bir sen çıkıyor ortaya senden içeri... Başlıyorsun çocuğu yoğurmaya, günler aylar, seneler birbirini kovalıyor. Her anından ayrı tatmin, ayrı acı, birbirine benzemeyen sayısız kafayı sıyırma eşiğinden dönme noktaları ve gıdısından kokladığın anda sıfırlanma ile geçen büyülü serüven.

Geri dönüp bakıyorsun ki o aslında seninle doğmuş çoktan! Sen çocukken de varmış yanında, okula giderken de, sigaranın tadı nasıl bir şey ki diye merak ederken de, kendi anneni deliye döndürürken de...

Efe'nin annesi, 1988, Konya


5 yaşımdayken annem bana kıymalı pırasa yedirirken ve televizyonda Kenan Evren konuşurken pırasayı yere tükürdüğüm hala zihnimde capcanlı duran sahnede de dönüp ona bakıp pis pis sırıtmışım gibi hatırlıyorum; herkes uyku saatindeyken oyuncaklarla “tek başıma” oynama şartıyla gittiğim kreşte o sessizlikte yine onunla oynuyormuşum gibi ya da lisede arka sıradan gelen kopya kağıdı onun elinden çıkmış gibi zihnimde.

Gittiğim her yerde, benim gözümden başka bir de onun gözü vardı. Ben onsuz geçen yılları da onunla yaşamışım gibi evrildi hatıralarım. Bana akıl verdi, dalga geçti, bazen şefkat gösterdi bazen avaz avaz bağırdı kızdı... Tıpkı şimdi yaptığı gibi. Ben onu büyütürken o benimle çoktan büyümeye başlamıştı aslında.

Annelik bana ne öğretti bilemem ama “ne anlattı” ve “neyi göstermeye devam ediyor” diye sorduğumda kendime zamanın ve mekanın birbirine karıştığını hissediyorum en çok. Kendi annemde ben oluyorum bir an sonra çocuğumda başka bir beni görüyorum. Hatta zaman zaman anneannem de giriyor devreye, ben kuşaklar arasında seyahat ediyorum.

Annem ve ben, 1989, Ankara

Uçuştayım! Bu öyle tatlı bir his ki koca bir şişe viskiyi kafa diksen lıkır lıkır ulaşamazsın bu uçuş seviyesine. Baş ağrısı da yanında bedel olarak gelir. Ben başım ağrımadan yapıyorum geçişleri. Kimi zaman bilinçli “hadi bugün ben çocuk olacağım o halıya pırasayı tüküren” diyorum ve bir bakıyorum 8 yaşındaki oğlum hakikaten benden daha bilinçli davranıyor o gün!
Bazen de farkına varmadan kendimi annemin ayakkabıları içinde buluyorum. Sanki oğluma ben değil de annem konuşuyor! Hiç anneannem durur mu, o da ordan anneme laf yetiştiriyor. Annemle anneannem konuşmanın en hararetli yerindeyken ben  Efe’yi alıp oradan toz oluyorum !

4 kuşak, 2014, Gümüşyaka

İyi ki varlar ya da iyi ki olmuşlar anneler, anneanneler, nineler, bizler ve bizden sonrakiler. İyi ki tutmuşuz annemizin elinden karşıdan karşıya geçerken ve iyi ki kendi kanatlarımızda uçmayı öğrenip minik elleri katma şansına sahip olmuşuz hayatlarımıza. İyi ki bizi sevmişler, iyi ki kızmışlar, iyi ki vurmuşuz kapıları zaman zaman, iyi ki susmamış carcar konuşmuşuz...
İyi ki yanlışlar yapmışız ve yine gelip “ben sana demedim mi” cümlesine duymak pahasına annelerimize anlatmışız başımızdan geçenleri. İyi ki göz yaşlarımızı ve akan burnumuzu annemizin yakasında silmişiz.
Anneannem ve annem düşünce balonlarımda hep benimle konuşuyorlar ama konuştuklarından haberleri yok!
Temmuz 2016, Şarköy

Kendimi güçsüz, kırılgan, yılmış hissettiğimde “annem olsa ne yapardı” diye içimden düşünmek bile beni kendime getirir. “Kalk hadi, başla yapacaklarına karanlık düşüncelerden kurtul bir şeyin ucundan tut” diye kulaklarımın dibinde konuşur sanki annemin sesi ta 9000 km. uzağında yaşıyor olsam bile. Bazen de “ayrıntıda boğuldun, ana resme bak” diyip yapacaklarımı en kolayından halletmem için bana akıl verir yine hayalimde.
Formatı almışız bir kere, Fizan’a gitsek onlar kulağımızın içinde konuşurlar. İyi ki de konuşurlar, iyi ki sesleri hep zihnimizdedir.  

İyi ki bizim biz olmamızı için elimizden tutmuş, aslında anne olunca kendimizden geçmediğimizi, tam tersine kendimize doğru bir yolculuğa çıkacağımızı fısıldamışlar kulağımıza.

Ve biz de birilerine anne olmuşuz bu güvenle...  Sayelerinde bir cana can katabilmişiz.  
Annelik doğurmak değil, her kadının içinde doğuştan getirdiği hissiyatlar bütünü. “Anne olmayan anlamaz” naralarından nefret ediyorum. Bence her kadın gayet iyi anlar bir küçüğü sevip onu büyütürken onunla büyümeyi.  Nasıl ki “anneler günü” olayı çiçekçileri sevindirmek ve hediye piyasasını canlandırmak amacıyla yaratılmışsa annelik de sadece anne olanlara yüklenemeyecek hissiyatlar yumağı.
Gün bazında değil ama, içinde anne şefkatini barındıran, kendi annesini en azından zamanla anlayan, annesi ile eğer varsa arasındaki tabularını yıkan, onlardan anlamsızca öç almayı bırakıp geçici dünyadaki sınırlı beraberliklerin tadını çıkarmaya bakan her kadına selam olsun.

7 Eylül 2016 Çarşamba

BİZİMLE KAL ÇOCUK


Çocukken hayat temizdi, basitti. Beklemek güzeldi, istmek hatta istediklerini hayal etmek vardı. İçimizde kelebekler uçuşurdu. Zaman geçmek bilmezdi ama beklemek de güzeldi. Beklediğimize değeceğini bilirdik. Yazları beklerdik, annanemize kavuşmayı beklerdik, okuldan dönüp ip atlamak için eve ulaşmayı beklerdik, denize kavuşmayı beklerdik bazen de bir oyuncağa kavuşmayı... İçimizi içimize geri yerleştirmek zorunda kalırdık çünkü taşardık bu beklemelerde. Ne tatlı heyecanlardı.

Dünya kocaman bir yerdi belki de kainattan anladığımız dünyaydı. Her yer uzaktı çocuk gözümüzde, her yer genişti, biz geniştik... ucumuz bucağımız yoktu, ele avuca sığmazdık. Ayaklarımız yere basmazdı, dokunmazdı. Uçuyorduk, kuştuk sanki.

Şarkıda dediği gibi; biz büyüdük ve kirlendi dünya! Büyüdük... Önce zaman hızlandı, sonra yavaş yavaş küçüldü mavi gezegenimizin hafızalardaki sınırları. Büyü bozuldu. Ayaklar yere sağlam basmalıydı yani artık uçar gibi yürüyemezdik, biz de hayatın beklediğini yaptık ve yere indik.

Çok hevesliydik büyümeye çok... “Daha çok iste, hırs yap, kendini parçala, daha çok kazan, daha çok tüket, rekabette sınır tanıma,  dön dur bu girdapta... mükafat olarak sana kendi egonu sonuna kadar tatmin duygusunu yaşatıcam” dedi düzen, uyduk.

“Gerçeklerim var”,  dedi aslında. “Sana veririm ama senden de alırım” dedi, inanmadık. “Canım ne alabilrsin ki benden” dedik, önemsemedik. Seni sevdiklerine hatta seni sana kırdırırım dedi, kulak asmadık. Sinirlerini bozarım, fabrika ayarlarınla oynarım, devrelerini yakarım dedi omuz silktik. “Senin vereceklerinle ilgileniyorum, bu oyuna varım” dedik. “O halde günah benden gitti” dedi, hamur gibi yoğurdu insanı.

Beynimize, ruhumuza, damarlarımıza giren her baskıda biraz daha kaybettik masumiyetimizi. Olsun, günün düzeni neyi gerektiriyorsa öyle davranmalıydık, yoksa sürünün dışında kalırdık. Herkes gibi olacaktık herkesi yıkıp geçmek de olsa ucunda... Kendimize dönmeyecek, gerçekler dışında alan yaratmayacaktık. Alacak, alacak ama aldıkça doymayacak, daha çok isteyecektik. Tok açın halinden anlamayacak, birbirimiz için endişelenmeyecek, herkes kendi hırslarının peşinde sürüklenecekti. N’apalım, anlaşmamız vardı! Suç bizim değildi ki ortada bir suç da yoktu!!!

Daimi mutsuzluk hali, umutsuzluk, uyuşukluk, ne yapacağını neyle avunacağını bilememe durumu neydi peki ? Ne dürtüyordu popolarımızı ? Neden bu kadar mutsuzduk ?

Ne, iç ses mi, vicdan mı ? Şşşşşşşşşt.... Yoktu öyle bir durum. Azıcık daha didişirsek, biraz hırçınlığımızı atsak geçerdi. Biraz tatsızlık iyi gelir, ruhu beslerdi.
Hayat hep böyle gidecek sanırız... Hayır, öyle değil. Bazen öyle bir şey olur ki, işte o ana kadar hiç yaşamamış gibi oluruz. Düzen bizi “ölüm” le tanıştırır. Ölüm öyle bir şeydir ki ölen nereye gider bilemesek de kalanlar için başka bir dönem başlar.


İnsanların hayatı boyunca büyük ölçüde değişmediği söylenir, bence insanı değiştirebilecek en kuvvetli duygudur ölüm. Ölüm sorgulatır en sormayacak insanlara bile “hayatın anlamı ne ki” sorusunu... Odur “bütün bu yaptıklarıma ne gerek varmış, ben ne salakmışım” dedirten en burnundan kıl aldırmayacaklara bile. Ölüm karşısındaki çaresizlik insana insan olduğunu hatırlatır.

Çocukluğumuza döndürür, ceplerimizde tuttuğumuzu zannettiğimiz dünyanın aslında ne kadar büyük ve dahice bir düzeni olduğunu bize hatırlatır. Gidene ne olur bilen yok, ama ölüm giden kadar kalanlara da gönderilir.  

Her kayıp acıdır, her gidenin yapacakları bitmeden gider bu dünyadan. Ölenin en yakınları kayıplarının yerini bir ömür yüreklerinde saklarlar, içleri yanar belki hiç sönmez. Ancak uzak-yakın her ölümden alacak çok ders var.


8 Mayıs 2016 Pazar

Koh Lanta (2) - Koh Rok ve 4 Islands Gezileri


Koh Rok

Koh Rok, şnorkelle mercanları izlemek


Hayatta isteklerimize ulaşmak için mutlaka bir mücadeleden geçmemiz, bir çaba sarf etmemiz veya bazı bedelleri ödememiz şart!” Koh Lanta açıklarından Koh Rok’a doğru heybetli dalgalar arasında geçen çalkantılı bot yolculuğumuzda aklımdan  sürekli bu düşünceyi geçiriyorum.  

Bize 3,5 yıldır “ev” olan dünyanın bir köşesinde, Andaman denizinin ortasında yaklaşık 30 kişilik bir botta kendimi dünyada minicik bir nokta, hayatımı bir oyuncak kutusuna sıkıştırılmış basit bir kurmalı oyuncak gibi gösteriyor bana.  Dalgalar bizi sağdan sola her atışında hafif bir tedirginlik var içimde, bottaki diğer yolculardan gelen kesik çığlıklar da bu tedirginliğin seviyesini artırıyor bazı anlarda... Ancak kocaman denizin ortasında varacağım kara parçasının “oyuncak kutusu” hissimi bir süre daha devam ettirecek olması, göreceğim güzelliklere kendimi kaptırıp dünyanın kalan heybetli kısmından bir süre tamamen uzaklaşacak olmanın tuhaf çekiciliği tedirginliğimden ağır basıyor.

Sinthongchai çılgın Honda motorlarıyla hizmetinizde! Vınnn...  

1,5 saat sonra arkamızdaki kara parçası artık göremez oluyor. Şiddetlenen dalgalar daha da açıklara gittiğimizin işareti. İleri baktığımda da bir kara parçası görmüyorum. Korkmuyorum, tersine daha uzağa, daha da uzağa gitmek istiyorum. Botta sıralanan insanlara takılıyor gözlerim kimi zaman, çoğunun gözleri kapalı... Düşüncelere değil, hayallere dalmış gibi geliyor herkes. İnsanın gülerken ve ağlarken yüzünün çok benzer şekiller aldığı söylenir; insanlar tedirgin mi yoksa huzurdan gülümseme benzeri bir ifade mi var yüzlerinde karar veremiyorum. Gözlerin kapalı olması hayallere dalmış olmalarından mı yoksa denizin ortasında bir nokta olduğumuz anlara şahitlik etmemek için verilen bilinçsiz bir hareket mi?


Denizin ortasında bir yerlerde

Efe’ye gözüm takılıyor. Gözleri açık ama tepkisiz. Korkmadığı kesin olarak anlaşılıyor ama sanki burada değil. Büyük olasılıkla Minecraft düşünüyor!

Onun yaşlarında denizde olmaktan ne kadar korktuğumu hatırlıyorum. Bir süre İstanbul’da şehir hatları vapuruna bile binemezdim. Bu konuda oğlumun benden daha ileride olduğu görmek hoşuma gidiyor. Korkmasın hayatta hiçbir şeyden, korkuları olsa bile üstüne gitsin, kaçmasın. Bu arada şimdiki “ben”i 8 yaşlarımdaki halimle kıyasladığımda kendimi de tebrik ediyorum, baya bir gelişme sağlamışım.

Etrafımla ilgilenip zamanda gel-git yaparken önümüzde küçük bir kara parçasının belirmesi beni bottaki küçük dünyamıza geri döndürüyor. Dalgalar da hafifliyor, motorlar yavaşlıyor... Bu, yaklaşık 30 km.’lik yolculuğumuzun bittiğinin habercisi.

Koh Rok açıklarından

Koh Rok, Koh Rok Yai (iç ada) ve Koh Rok Noi (dış ada) olmak üzere iki küçük kardeş adanın birlikteliğinden oluşuyor. Koh Rok, Mu Koh Lanta Doğal Parkı’nın bir parçası. İki kardeş ada arasında yaklaşık 200 m. kadar mesafe var.
İşte, diğer günübirlik turlar gibi biz de bu iki ada arasında yer alan mercan kayalarına şnorkelle gözlemimizi yapmak üzere kendimizi bu muhteşem denize bıraktık.
Şnorkeli hiç sevmem, o tuhaf aparatla korkunç göründüğümü biliyorum ama bugün umurumda değil! Dahası deniz altına çok yakından şahit olmak beni biraz tedirgin eder diye umuyordum ama ne tedirginliği; birazdan göreceğim güzellikleri meraktan deli oluyorum!


Kafamı suya daldırmamla aşağıda bir cennetle karşılaşıyorum. Öylesine net ki, en ufak bir zerre yok aramızda deniz altındaki dünya ile. Yukarıdakinden apayrı bir hayat var burada. Alem 7 katsa, şimdi bu katlardan birine bakıyorum, duyuyorum. Kafamı sudan dışarı çıkardığımda başka görüntüler, sesler, güzellikler; suya daldırmamla yukarıdakinden tamamen bağımsız gibi görünen kendi içinde başka bir dünya, oradan oraya koşturan renkleri hayran bırakacak kadar güzel balıkların günlük telaşları, mercanların muhteşem görüntüsü... İki dünya arasında hızlı hızlı geçiş yapıyorum, şu sağa sola hareket ettirdiğimizde farklı resim gösteren cips paketinden çıkan hediye plakalar gibi!  Kafamı ne yöne çevireceğimi şaşırmış durumdayım. Oradan oraya kafamı sudan kaldırmadan yüzüyorum, gittiğim yeri bilmiyorum, bir balığın peşine takılıyorum ve turluyorum. 1-2 dakika olsun onun gibi olmak istiyorum, onun hayatına tanıklık etmek, onun gibi kırt kırt mercanları kemirmek ve hop sağdan sola dönerken hafızayı sıfırlamak!

Tanrı’nın varlığına olan inancım kuvvetleniyor, bu kadar güzellik, bu ahenkle ve bu düzenle nasıl da ustaca yaratılmış... Tanıklık edebildiğim için çok mutluyum.

Crown of Thoms Starfish

Murat ve ben zaman zaman gördüğümüz balıkları, deniz yıldızlarını, diğer çeşit çeşit deniz canlısını denizin altında birbirimize tuhaf işaretlerle anlatmaya çalışıyoruz, sonra başka güzelliklerin arkasından giderken kendimizi unutuyoruz. Efe, yaklaşık 2 dakika suda kaldıktan sonra çıkıyor. Aklından geçenleri biliyorum, Hungry Shark oyunundaki sahneleri düşünüyor! Ancak suda kaldığı kısacık zamanda dev yengeç ve kendi koyduğu isimle arı balıkları (tigerfish) gördüğünü söyleyip duruyor. Bir de biz bottan uzaklaşırsak avaz avaz bağırıyor uzaklaşmamamız için!

Tigerfish istilası

Öğle yemeği için Ko Rok Nai’de bulunan Koh Rok plajına çıkarıyor bizi botumuz. Acıktığımın farkına bile varmış değilim, sadece büyülenmiş durumdayım.  Tüm botlar aynı saatlerde bu plajda sıralanıyor, her bot şirketi kumlar üzerine kendisine ait  bir masa kuruyor, üstüne Tay mutfağından yemekler (soslu tavuk, kızarmış baget, sote sebze, karpuz, ananas ve tabi ki yapışık pirinç-steem rice- değişmeyen menü) ve içecekler sıralıyor. Sahilde birkaç  tahta piknik masası var ancak kimsenin masa aradığı yok. Yemeğini hepimizden önce alan Efe bir ağaç kökünde bulduğu yerden o kadar memnun ki, bizi de hemen yanına çağırıyor, “masaya gerek yok, buraya gelin” diye sesleniyor. Üstümüzden sular süzülürken, ödül oyununda kazanmış takım edasıyla afiyetle yemeklerimizi yiyoruz. Soğuk karpuz ve ananas için ikinci tur yapıyoruz hatta.


Efe'nin yemek mutluluğu

Açken sen sen değilsin!

Kumlar öylesine beyaz ki, sanki kar yağmış, üstüne turkuvaz sulardan örtü yapılmış. Sanırım şimdiye kadar yüzdüğüm en muhteşem, en keyifli denizlerden birindeyim. İki kardeş adanın arasında kalan bu plaj dalgalara karşı korunaklı ve yüzmek büyük bir keyif. Biraz açılınca yine mercan kemiren renkli balıkların büyülü dünyası sizi bekliyor.  

Nemolar kendilerini Finding Nemo filmi setinde zannederken

Tayland’da yaptığımız ada seyahatlerinin hepsinden farklı burası. Bir kere aşırı kalabalık değil, diğer adalar kadar tahrip edilmiş de değil. Ancak 2015 yılından beri adada bungalov ve çadırlarda (Koh Rok plajı ardında) konaklama başlamış. Umarım  konaklama tutkusu bu gizli cennetin tahribinin başlangıcı olmaz.  Koh Rok’un Tayland’daki benzerleri arasında en iyi korunmuş olanlardan biri olduğu ve en net mercan kayaları görüntüleri verdiği yorumları haklı olsa gerek.

Adada görülen dev kertenkeleler (monitor lizard) Tayland’da görülen türlerin içinde en büyükleri. Ancak kendimizi denizin güzelliğine kaptırınca denizden çıkıp dev kertenkele aramaya zamanımız kalmadı. Siz de göremezseniz üzülmeyin, Bangkok’da Lumpini Park’da bir boy küçükleri her daim sahipsiz kedi köpekler gibi dolaşmakta, bu adreste görüşürsünüz.

Deniz insanı mutlu eder

Zaman o kadar büyülü ve hızlı geçiyor ki, botumuza herkesin bindiği haberini aldığımızda hala denizdeyiz. Adada daha bir fotoğraf bile çekememişiz, böyle gidemeyiz! “Cennetteyim selfie”si yapmadan buradan gitmek, tüm sosyal paylaşım ağlarına yapılacak büyük bir saygısızlık olur!

Botu kaçırmak pahasına foto


4 Islanads (4 adalar) Turu – Koh Chuek, Koh Mook(Emerald Cave), Koh Ngai, Koh Kradan


Koh Rok’un büyüleyici güzelliğinden yola çıkarak aynı beklenti ile 4 Adalar tarafını da görmek istedik. Bu arada Songkran tatili başlamış, etraf biraz kalabalıklaşmıştı. Koh Rok turunu yaptığımız ve çok memnun kaldığımız seyahat şirketi olan Koh Sinthongchai’de hiç yer yoktu, biz de Lanta GardenHill Tours firmasından yer ayırttık.


Ertesi sabah, her zaman günlük gezi teknelerinin geliş saatinde bizi Long Beach’den almaya geldi botumuz. Biraz hayal kırıklığı; daha küçük, daha eski bir bot. Üstelik bu firmanın Koh Rok’a gittiğimiz Sinthongchai firmasından daha köklü bir firma olduğundan bahsedilmişti!

Botlara sahilden binmek, dalga varsa hiç kolay değil 

Her iki gezi ve Krabi'ye geri dönüş içim minivan biletlerimizi Khun Pakarang'dan aldık. Sahilde küçük bir satış ofisi ve bakkal kıvamında bir marketi var. Tur biletlerini oteller yerine küçük satış ofislerinden almak biraz daha hesaplı hatta pazarlık da mümkün. Khun Pakarang da diğer adalılar gibi yılın 6 ayı çalışıyor diğer yarısında ise evi ile ilgileniyormuş...  

Khun Pakarang, denizde karada havada yanımızda!


Neyse, fazla sorun etmiyoruz, ancak botta korkunç bir mazot kokusu var, belli ki bir yerlerden kaçak var. Diğer birkaç koydan daha yolcuları toplayarak yola koyuluyoruz.

Denizden Koh Lanta'nın güney sahilleri görünümü

Öğleden sonra denizin dalgalanacağı gerekçesiyle güzergahın biraz değiştiği bildiriliyor yolculara, “safety first” diyorlar ama gerekçenin doğruluğundan şüphe etmekteyiz çünkü bir koyda gelecek yolcuları çok uzun süre beklediğimiz için  programın 35 dakika gerisindeyiz. Bariz şekilde acale durumundayız...

Ah bizim canavar Honda motorlu Sinthongchai botumuz olsa, durum böyle mi olurdu? İnip Koh Rok’a gitmek istiyoruz, biraz keyifsiziz.

Program değişikliği neticesinde ilk durak Koh Mook, Emerald Cave (Zümrüt Mağarası) oluyor.  Burayı daha geçen seneden merak ediyordum, hadi olumsuz halimi üstümden atıp heyecanlanıyım diyorum, hafif öksürüyorum ki ciğerlerime dolan yoğun mazot kokusundan kurtulayım.

Her yer botlarla, kalabalık insan gruplarını getirmiş eski teknelerle ve uzun kuyruk botlarla (long tail boat) dolu.  Korkunç bir kalabalık var, görüntü hiç çekici değil. Teknelerden inen insanların hemen hepsinde can yelekleri, her grup kendi arasında sıraya girip birbirine tutunuyor. İstikamet, ucunda bizi sadece yüzerek ulaşılan zümrüt havuza(!!!) ulaşmak üzere geçilecek 85m.’lik mağara. Yaklaşık 40-45 kişi tek sıra birbirimize tutunarak içeri yüzüyoruz. Daha doğrusu öndeki birkaç kişi yüzüyor, arkadakiler yüzenlere tutunup kendini çektiriyor. İçerisi çok karanlık, rehberimiz başına madenci ışıklarından geçirmiş ama kendi önünü bile aydınlatmıyor. Bir de büyük boy Ocean Bag’in içine herkes telefon, fotoğraf makinası hatta Ipad’lerini koymuşlar, tekneden bir başka görevli de o torbayı itekliyor! 

Mahşer yeri sanki, ne işimiz var burada bu karmaşanın içinde? Sabahtan beri yaşanan aksilikleri ve gecikmeleri de ekleyince artık olumlu düşüncelerimi koruyamıyorum. Keşke bir kere daha Koh Rok’a gitseydik, çok pişmanım L Dar mağaranın içinde hem içeri ilerleyenler, hem de dışarı çıkmaya çalışanlar aynı yerden geçiyor. Diğer yandan dalgalar suları hareket ettirdikçe çığlıklar birbirine karışıyor. Su mağranın duvarlarına doğru beni itiyor ve ayağım yere değiyor. Üzerimdeki can yeleği çok rahatsız, nefes bile alamıyorum. Keşke giymeseydim! Yere basmamalıyım çünkü kayalar çok keskin. İçime daral geldi, burdan bir an önce kurtulmak istiyorum. İyi ki Efe botta kaldı, şu andaki tek tesellim bu!

Çıkma ihtimalimiz olmasa da güneşi, ışığı görmek nefes aldırıyor

Derken çok şükür ışık görünüyor. Mahşeri kalabalık mağaranın daracık bir alana açılan bu ucuna gelmekten mutlu görünüyor. Peki nerede zümrüt rengi su hikayesi, su bile kalmamış ki bu uçta, resmen karaya vurduk! Emerald Cave bu muymuş yani, geçen seneden beri içimde olan merak büyük bir hüsranla sonuçlanıyor. Etrafımız kayalıklarla çevrili, buradan gerçekten mağaradan geçmekten başka çıkış yok! Gökyüzüne bakan açıklıktan güneşi görmek güzel de aklım geri dönüşte.

Zümrütleri çalınmış gibi görünen Zümrüt HHavuzu!


LantaGandenHill arkadaşlığı...

Bu zorlu geçişin ardından aynı botta karşılıklı oturduğumuz Fransız bir çiftle (Agnés ve Bernard) konuşmaya başlıyoruz. Onlar da biraz hoşnutsuz yaşadığımız düzensizlikten. Yine de Ocean Bag içinde büyük özenle taşınan telefonlar, fotoğraf makinaları ortaya çıkıyor ve güneşin ışıklarından en azından fotoğraf çekecek bir açı bulup bu zorlu gelişi pozluyoruz.     

Derken korktuğum oluyor geri dönüşe geçiyoruz. Bu arada Agnés ve ben önde ilerlerken Murat’dan kopuyorum. Grup ikiye bölünüyor, karşıdan gelen başka bir ekiple mağaranın içinde sıkışıyoruz... Bir ara tuhaf bağrışmalar, çığlıklar ve inip kalkan suyun üzerinde kendimi “susun artık” diye bağırırken buluyorum. Murat’ı iyice gözden kaybediyorum, grubun parçalanan kısmında ben sonuncuyum. Hareket etmekte zorlanıyorum çünkü karşıdan gelen grup bizi iyice kenarı sıkıştırdı. İtmeye çalışıyorum insanları, üstüme üstüme geliyorlar. Diğer yandan aklım Murat’da.

Sıkıntılı ve köşede sıkışmış halimi farkeden Agnés elimden tutup beni çekmeye başlıyor ve mağaranın sonuna kadar elimi bırakmıyor. Minnettarım ona, beni nasıl bir sıkıntıdan kurtardı... Derken gün ışığı tekrar görünüyor. Sıra sıra duvar gibi dizilmiş botlar büyük tekneler çirkinliği arasında uzaklarda kendine yer bulmuş kaz yeşili mazot kokulu botumuza yüzüyoruz.

Murat arkada kalmış çünkü grubun arkada kalan yaklaşık 10 kişilik ekibi onun sırtına tutunmuş durumda! Sonunda ışığı kendi önünü bile aydınlatmayan tur rehberimiz ortaya çıkıyor, kendisine Ocean Bag zimmetlenen personeller muhabbet ede ede bota gidiyorlar. Zavallı Murat, 10 kişilik ekibi bota kadar çekmeye devam ediyor.

Hiç ama hiç beğenmediğim Emerald Cave hakkında unutamayacağım; Agnés’in elimi tutup beni çekip mağaradan çıkarması. Belki Songkran yoğunluğu burayı bu kadar sevimsiz hale getirmişti ama bir daha asla gitmeyeceğim bir yer olarak listeme yazdım!

Koh Kradan
Bu gezinin en güzel durağı Koh Kradan’dı. Öğle yemeği de bu adada yeniyor. Beyaz kumlar, mavi deniz, insana Emrald Cave sonrası cennet gibi görünüyor. Kumların üzerine yayılıp gezi arkadaşlarımızla yemeğimizi yiyip, kendimizi güzel sulara bırakıyoruz. Ne yazık ki bu ada çok çok kalabalık ve tahribi başlamış. Otel amaçlı çirkin binalar yapılmış bile. Botlar, tekneler o kadar fazla sayıda ki yüzmek için sakin bir yere ulaşmak için oldukça ileri yürümemiz gerekti.

Koh Kradan

Bir süre sonra artık botun gidiş saatini kaçırma endişesini de hissetmemeye başladım. Bizim bottan toplam 8 kişi bulunduğumuz sahilde yüzmekteydik; bizi bırakıp gitme şansları olamazdı. Üstelik hala Emrald Cave hayal kırıklığımı atamamıştım, arayıp bizi bulurlar nasıl olsa diye düşündüm. Neyse ki bu sefer yanılmamıştım! 

Efe'nin 2 saatlik arkadaşı hermit yengeç

Koh Kradan'ın en popüler noktası, romantik salıncak

Koh Lanta’ya geri dönerken şnorkelle deniz altına seyir için iki farklı adada daha durduk. Bunlar Koh Chuek ve Koh Ngai adacıklarıydı. Çok keyif alamadım çünkü denizin ortasında, dalgalar arasında sanki yolda giderken duruvermiş gibiydik. Deniz aynı deniz, ancak deniz altı çok bulanık ve mercanlar çok daha tahrip olmuş durumdaydı. Hiç rahat edemedim ve pek keyif almadım. Her iki noktada da suya girmemle çıkmam bir oldu.

Günün son durağında şnorkeli geldi!

Gerek Songkran kalabalığı, gerekse mecburen seçtiğimiz LantaGardenHill tur şirketinin yanlış duruş noktaları seçmesi, gerekse gün boyu soluduğumuz mazot kokusundan başımızın bir dünya olması nedenlerini yanyana sıralarsak biraz şanssız, Koh Rok gezimize kıyasla çok çok daha az verimli bir gündü.

Bu gezi bize 4 arkadaş kazandırdı. Akşam yemeğinde Agnés, Bernard, Lea ve Remi ile artık bizim restoran haline gelen Mr.Wee Pizzeria’da yemekte biraraya geldik. Bu sayede LantaGardenHill’i bir parça affettim diyebilirim.


Çok keyifli bir akşam geçirdik. Hepimizin şu anda bu adada olmamızın farklı bir hikayesi vardı, geldiğimiz yerler, yaşadığımız hayatlar çok farklıydı. Ciğerlerimiz gün içinde soluduğumuz mazot kokusundan arınmış, vücut organlarımız sallantıdan kurtulup yerlerine geri dönmüş ve sakinleşmiş şekilde Chang biralarımızı “speed boat dostluğuna” kaldırdık.


Lea ve Remi tatillerini tamamlayıp 10 gün içinde Fransa’ya geri döndüler. Agnés ve Bernard’ın hayat biçimleri ise alıştığımızın çok dışındaydı. Onlar için gezmek bir sürelik bir olay değil, artık bir hayat biçimiydi.

Onların hikayesi bir sonraki yazının konusu...